ÇEVRE SORUNLARI VE EKONOMİ Doç. Dr. Cihan Dura*
Erciyes Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi
İnsanoğlu başlangıcından beri kıtlığa karşı kesintisiz bir savaş sürdürmektedir.
Bu savaşta onun tek yardımcısı, içinde doğup yaşadığı "tabiat" veya "çevre"dir.
Çevre dar anlamda tabiî ortam şartlarının bir toplamı; geniş anlamda ise, bununla sosyal şartların bir toplamı olarak düşünülür. Ne var ki, insanların ekonomik faaliyeti çevre üzerinde olumlu etkilerin yanısıra olumsuz etkiler de yapagelmiştir ve bunun başlıca sonucu, tabiat dengesinin bozulması olmuştur. Dar açıdan bu olguya yani tabiatın tahribine veya tabiî dengenin bozulması olgusuna çevre kirlenmesi adı verilir. Geniş açıdan, insanın üretim ve yaşama kaynağını oluşturan doğal çevre yoluyla sosyal çevre de tahribe uğramaktadır ki bunların tamamına çevre bozulması (polüsyon) terimi tahsis edilebilir. Meydana geldiği ortamdan taşıcı, büyük yayılma gücüne sahip bir olgu olan çevre bozulması, günümüzde bir dünya sorunu haline gelmiş bulunmaktadır. Yukardaki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, insan ekolojisi yalnız tabiat bilimlerinden değil, sosyal bilimlerden de faydalanmak zorunda olduğundan, çevre bozulmasının etüdü mutlaka disiplinlerarası araştırmalar gerektirir. Bu araştırmalarda, biyoloji, psikoloji, hukuk, teknoloji, ekonomi gibi bilim dallarına ait olgular, bunların kendi bakış açılarından farklı bir yaklaşımla etüd edilir. Ne var ki, çevre sorunları her şeyden önce iktisadî açıdan anlaşılması gereken bir sorundur. Psikoloji, hukuk, teknoloji, politika gibi bilim dalları da çevre sorunları bakımından çok önemli olmakla beraber, buna her şeyden önce ekonomik bir sorun gözüyle bakılmazsa, diğer yaklaşımlardan verimli sonuçlar alınması uzak bir ihtimaldir. Bu önem dolayısıyladır ki, dünyada ve özellikle A.B.D.'nde "polüsyon ekonomisi" adı verilen ayrı bir bilim dalı oluşmuş bulunmaktadır. Bu araştırmada, çevre sorunları ile ekonomi arasındaki ilişkiler Türk ekonomisinden örnekler verilerek etüd edilmeye çalışılacaktır.
Temel Ekonomik Kavramlar ve Çevre Sorunları
Ekonomik sorunların temelinde kıtlık olgusu yatar. Ekonomik faaliyet kıtlığa karşı bir meydan okuma, sistemli bir savaş olarak özetlenebilir. Ne var ki bu faaliyetin, kendi içinde şaşırtıcı bir çelişki doğurduğu da bir gerçektir: İnsanoğlu üretim ve tüketim faaliyeti sırasında, ihtiyaçlarını karşılayacak derecede bol olmayan yeni bir "kıt kaynak" oluşmasına neden olmuştur ki bu da kaliteli çevredir.
Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye'de de, çevreyi oluşturan doğal değerlerin ekonomik faaliyet dolayısıyla bozulması ve hızla azalması, kaynakların kıtlık derecesini yani kaynaklarla ihtiyaçlar arasındaki dengesizliği daha da artırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Ekonomi biliminin temel gayesi, uzun süre, maksimum miktarda mal ve hizmet tüketimi anlamında refah düzeyinin yükseltilmesi olarak anlaşılmıştır.
Refahın bazı asgarî niteliklere sahip bir çevre de gerektirdiği düşünülmemiştir. Bu hata şüphesiz bizatihi refah olgusunun değil, onu kavramlaştırma biçiminin bir sonucudur. Çünkü klasik refah kavramında, tabiî dengenin gözetilmesinden doğan çevre kalitesi elamanı yer almamaktadır.
A. Smith'den beri, refah göstergesi olarak mal ve hizmet üretimi yeterli sayılmış; toplumların daha fazla mal ürettikleri zaman daha mutlu olacaklarına inanılmıştır. Oysa, çevreyi korumadan maç insanoğlunun duyduğu hazzı artırmak yani bir ihtiyacını tatmin olduğuna göre, kaliteli çevre refahın tamamlayıcı bir elemanı olacaktır. Böylece, yalnız sanayileşmiş ülkelerde değil hattâ Türkiye gibi sanayileşen ülkelerde dahi, kaliteli çevrenin diğer ihtiyaçlar kadar refah artırıcı bir unsur olarak gözetilmesi, ekonominin temel gayelerinden biri olan - çeşitli hedeflerin uyumlu ve sistemli olarak gerçekleştirimesi anlamındaki - rasyonel davranış kriterine de uygun düşmektedir. Çünkü çevre sorunlarının ekonomik çözümleri maliyet ve fayda analizleri ile yani mevcut bileşimlerden optimum bileşimin seçilmesi ile mümkün olur.
Çevre sorunları temel ekonomik kavramlardan alternatif maliyet kavramı ile yakından ilgilidir. Çünkü çevre koruma kaynakların alternatif kullanımları arasından bir tercih yapmak; kaliteli çevreye bir alternatif olan diğer bazı ihtiyaçları karşılayacak üretimlerden vazgeçmek sonucunu doğurur.
Karşılanmamış ihtiyaçların nisbeten fazla olduğu az gelişmiş ülkelerde ve bu arada Türkiye'de çevre sorunlarının göz ardı edilmesinin başlıca nedeni, çevre korumanın alternatif maliyetinin yüksek sayılmasıdır. Oysa refah kavramının geniş anlamda düşünülmesi ve optimum bileşimlerin araştırılması durumunda, çevre maliyetlerinin sanıldığı kadar yüksek olmadığı sonucuna varılabilir. Kaliteli bir çevre herhangi bir ihtiyaç kadar bir ihtiyaçtır.
İnsan iyi bir çevrede yaşadıkça haz; ondan yoksun kalınca da üzüntü duyar. Belki "çevre ihtiyacı"nı diğer ihtiyaçlardan farklı kılan şey, sağladığı haz ve elem dönemlerinin insan ömürleri ile kıyaslanabilir büyüklükte olmasıdır: İnsanlık, çevrenin aşırı derecede bozulmadığı, çevre ihtiyacını alabildiğine tatmin edebildiği haz dönemi boyunca - yani "üretim amacıyla tüketim" dönemi boyunca - sunî ve lüks olan ihtiyaçlarını tatmin edecek üretimlere yönelmiştir. Böylece, gittikçe hızlanan bir israf ve çevre sorunları neticesinde çağdaş bir ihtiyaç varlığını hissettirmeye başlamıştır. Çünkü kıtlaşan kaliteli çevre dolayısıyla insanlık çevre ihtiyacı bakımından bir tatminsizlik yani "elem dönemine" girmiştir.
Bugün Türkiye'de, çevre tatmininin sonlarına yaklaşılmakla beraber henüz "haz dönemi"nde bulunulduğu içindir ki "çevre koruma Türkiye için bir lükstür" görüşü ileri sürülebilmektedir. Bozulmamış bir çevre insanların belirli bir ihtiyacını tatmin ettiğine göre bir mal veya hizmet olarak kabul edilebilir.
A. Smith'den beri çevre ihtiyacını karşılayan hava, yeşil alan, güneş ışığı gibi tabiat elemanları birer mal, fakat ne yazık ki, elde edilmeleri zahmet gerektirmediği ve ihtiyaçlara oranla bol miktarda bulundukları düşünülerek, "serbest mal" olarak nitelenmiştir. İşte çevre kirlenmesinin doğuşunda, geleceği yani zaman faktörünü hesaba katmayan bu statik varsayımın büyük rolü olmuştur. Dünyada üretim ve tüketim büyük bir hızla artarken bu ve benzeri statik varsayımlara dayalı ekonomik kararlar yüzünden, hemen bütün ülkelerde tabiat kıtlaşmaya, çevrenin kalitesi hızla bozulmaya başlamıştır. Günümüzde "artık kaliteli çevre, kıt, az bulunur ve arzı talebinden düşük olan ekonomik bir mal haline gelmiş" bulunmaktadır. Türk ekonomisinde de yıllardır bu statik varsayıma dayalı bir sanayileşme politikası izlenmektedir. Şüphesiz yakın gelecekte, tabiat elemanlarının geniş çapta, birer "ekonomik mal" yani ihtiyaçlara oranla kıt, elde edilmeleri büyük harcamalar gerektiren birer mal haline geldikleri pişmanlıkla görülecektir. Her kıt malın bir bedeli olduğuna göre, çevrenin de bir fiyatı olması gerekir. Ancak serbest mal sayılarak özel mülkiyete konu olmayan hava, deniz, tabiî manzara gibi kaynaklara fiyat biçmek, uzun süre ciddî bir konu sayılmamıştır.
Bundan başka, bir üretim faktörü olarak tabii kaynakların sosyal maliyeti ve faydası kendiliğinden diğer fiyatlara yansıtılmamıştır. Bir örnek verirsek, meselâ Türkiye'de turistik bir bölgedeki fabrikanın çevrede yarattığı rahatsızlık ile Boğaziçi'nde bir koruluğun insanlara sağladığı refah artışı fiyat olarak belirlenmemekte, dolayısıyla ekonomik kararlarda rol oynayamamaktadır. Oysa gittikçe yaygınlaşan bir görüşe göre; fiyatlar çevre kirletme maliyetlerini de içermelidir; yani, her ürün mutlaka çevreye getirdiği yükü yansıtacak şekilde fiyatlanmalıdır.
Pazar ekonomisine dayalı ülkelerde, çevre kirlenmesini denetlemenin en gerçekçi yolu şüphesiz, onun fiyatlar sistemine dahil edilmesi olacaktır. Çevre kirlenmesinin maliyet ve fiyatlara dahil edildiği bir sistemde, bir yandan, meselâ otomobil imalâtçılarının daha az kirleten bir motor yapmaları için teşvik unsurları sağlanmış; diğer yandan da çevre kirlenmesi yapan malların üretici ve tüketicileri bu maliyetleri yükleneceğinden, adaletli bir maliyet dağılımı gerçekleştirilmiş olur. Bir millî ekonomide çevre sorunları ile üretim faktörleri arasında da belirli ilişkiler vardır.
Kanımızca üretim faktörleri son analizde iki esas faktöre indirgenebilir ki, bunlar insan ve tabiat faktörüdür. Tüm diğer faktörler bu iki faktöre dayanılarak, tanımlanabilir. Ekonomik gelişmenin motoru sayılan sermaye faktörü bile "tabiî kaynakların bir gaye yönünde şekil ve düzen verilmiş, insan akıl ve muhakemesinin cisimleştiği bir devamından ibarettir".
Tabiat, üretime elverişli olan toprak, deniz ve akarsular, orman, rüzgâr, güneş ışığı gibi her türlü kaynağı kapsar. Bir ülkenin tabiî kaynakları, ne kadar zengin olursa olsun, mutlaka bir sınırı olduğundan kıt bir kaynak sayılacağı açıktır. Gerçek bu olmakla beraber, ekonomi biliminde tabiat faktörü son yıllara kadar son derece ihmal edilmiş, adeta unutulmuş bir faktör durumundaydı. Ekonominin en temel varsayımlarında bile - yukarda değindiğimiz gibi - bu ihmali kolayca gözlemlemek mümkündür. Çevre sorunlarının temelinde üreten insanın tabiat faktörü karşısındaki bu geleneksel tutumu yani bazı tabiî kaynakların bol ve sınırsız olduğu; dolayısıyla serbest (bedelsiz) mallar olduğu varsayımı yatmaktadır.
Ekonomi biliminin temel eksikliği tabiat faktörünü sadece miktar, kalite ve teknolojik elverişlilik yönünden kavramlaştırarak, onu özünde mevcut olan "denge" elamanından soyutlamış olmasıdır. Eğer iktisatçılar "doğal kaynaklar" kavramında "tabiî denge" unsuruna da yer vermiş olsalardı şüphesiz sanayileşen dünyamızı büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakan çevre sorunları bu boyutlarda ortaya çıkmazdı.
İktisatta "denge" kavramından soyutlanmış bir tabiat faktörü kavramı, bilimsel yönden eksikliği bir yana pratik yönden de büyük sakıncalar arz etmektedir. Bu alanda bütün iktisatçıları doğal kaynaklarla ilgili olarak yeni bir kavram oluşturma çabası beklemektedir.
Teknoloji, tabiî kaynakları insan ihtiyaçlarına en uygun şekilde kullanma usul ve sanatıdır. İnsanlığın yüzyılımızda dev boyutlara erişen çevre sorunlarıyla karşı karşıya kalmasının nedeni, ihtiyaçlarına uygun olarak bu usul ve sanatları geliştirirken, kaliteli çevrenin ihtiyaçları arasında yer almadığını varsaymış olmasıdır. Dolayısıyla, geliştirilen teknolojilerin çoğu, çevre üzerinde yıkıcı ve yok edici etkiler yaparak çevre bozulmasına yol açmıştır. Ne var ki, insanın tabiat üzerindeki her etkisi yine teknoloji sayesinde gerçekleşeceğinden, çevre koruma da yine bilimsel ve teknik ilerlemeyle, üretimde insanın çevre ihtiyacını da hesaba katan yeni teknolojiler bulunup uygulanmasıyla mümkün olacaktır.
Çevre sorunları ile insan faktörü arasındaki ilişkiler müteşebbis ve emek faktörlerinin teknolojik tutumlarına karşı tabiatın bir tepkisi olarak yorumlanabilir. Şöyle ki, çevre bozulması, bir yandan insanların beden ve ruh sağlıklarına zarar verirken, bir yandan da kıtlaşan doğal kaynaklar ekonomik faaliyet üzerinde olumsuz etkiler yapar. Bu iki grup etki ikinci bir aşamada, doğrudan doğruya emek prodüktivitesini azaltıcı sonuçlar doğurur; hattâ ülke çapında sosyal ve siyasal huzursuzluklar çıkmasına vesile olabilir.
Nihayet, açıklanması gereken bir diğer husus da çevre sorunları ile ekonomik sistem arasında bir bağlantı olup olmadığı hususudur. Kanımızca, çevre kirlenmesi bir ekonomik sistem sorunu değildir. Zira, çevre bozulması şu veya bu boyutlarda A.B.D.'nde olduğu kadar Sovyetler Birliği'nde de ortaya çıkmaktadır. Üstelik kapitalist olmayan toplumlarda çevre kirlenmesine karşı halkın herhangi bir tepki göstermesi daha zor olabilir. Buna karşılık çevre kirlenmesinde ferdiyetçi (bireyci) anlayışın büyük katkısı olduğu da bir gerçektir. Şu bakımdan ki, kapitalist toplumlarda, birçok çevre varlığı kişilerin değil toplumun malıdır. Dolayısıyla insanlar bu varlıkların kirletilmesine karşı çıkma ve korunmalarına özen gösterme zahmetine kolay kolay girmezler.
Üretim, Tüketim ve Çevre Sorunları İktisat tarihi; çevre sorunlarının, insanın üretim ve tüketim gücündeki artışa paralel bir seyir izlediğini göstermektedir. Çevre bozulması üretim ve tüketimin bir "yan etkisi", hattâ bir "yan ürünü"dür, denebilir. Çevre sorunları bu iki temel faaliyetle çok sıkı ilişki halinde olduğundan, millî gelirle de bağlantı halindedir. Bu bağlantı, istihdam, faaliyet hacmi, vergi, enflasyon, ödemeler dengesi gibi olgular vasıtasıyla kurulur. Dolayısıyla, çevre sorunlarına ilişkin tercihlerde Gayrisafi Millî Hâsıla üzerindeki etkiler büyük önem kazanır. Ancak, bunların büyüklük ve yönünün belirlenmesi son derece güç olmaktadır.
Üretim ve tüketimdeki başdöndürücü gelişmenin, tabiatta kurulu dengeyi bozarak, çevre sorunları ortaya çıkarması nisbeten yeni bir olaydır. Aslında olgu eskiden de mevcut olmakla beraber, boyutça küçüklüğü kaynaklar üzerinde giderilemeyecek zararlar oluşmasını engelliyordu. Ne var ki günümüzde durum değişmiş; teknolojide ve üretimdeki başdöndürücü gelişmeler tabiat üzerinde yıkıcı ve yok edici etkiler yapmaya başlamıştır. Bu etkiler üretim sürecinde önce, girdi tedariki sırasında kendini gösterir: Çağdaş ekonomilerde üretimi arttırmanın tek hedef haline gelmiş bulunması, üretim girdilerinin de yoğun, sürekli ve süratle teminini gerektirmekte; ancak bu sürecin yan etkileri üzerinde uzun boylu düşünülemediğinden doğal kaynaklar da aynı yoğunluk ve süratle tüketilmektedir.
Türkiye'de sanayileşme ile birlikte toprağa olan büyük talep artışı neticesinde verimli tarım arazilerinin yok edilişi, bunun çarpıcı bir örneğidir. Bundan başka üretim girdisi olan bazı maddeler de doğrudan doğruya çevreye zarar verebilmektedir. Bunlar arasında, tarımda prodüktiviteyi arttırmak için kullanılan kimyasal gübreler, bitki korumada kullanılan pestisidler sayılabilir. Pestisidlerin çevre üzerinde çok olumsuz etkiler yaptığı bilinmektedir.
Üretim sürecinin çevre üzerindeki ikinci olumsuz etkisi çıktı aşamasında ortaya çıkar. Şöyle ki, çevre kirlenmesi aslında faydalı bir faaliyet olan üretim sırasında oluşan, ancak arzulanmayan "yan ürünler"in eseri olabilir. Bunlar her türlü işe yaramayan, istenmeyen veya atılmış olan maddeler yani "üretim artıkları"dır. Son yıllarda bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de, üretim ve tüketimdeki artışa paralel olarak "artık" üretiminde de hızlı bir büyüme gözlemleniyor. Çevre bozulması bir ekonominin doğrudan doğruya üretim faaliyeti üzerinde bir tür "bumerang" etkisi yapabilir. Yani kısa vâdede bazı sektörlerde üretim artışları sağlanırken, uzun vâdede başka sektörlerde üretim veya prodüktivite azalmaları meydana gelebilir. Bu olgu azalan verim kanununun makro seviyede ortaya çıkışı olarak yorumlanabilir. Meselâ tarım arazilerinin bozulması ve yok olması, hem üretim ve verim azalmasına, hem de insan sağlığı üzerinde olumsuz etkilere yol açar. Türkiye'de tarım arazilerinin şehirleşme ve sanayileşme maksadıyla kullanılması, ülkemizin en büyük çevre sorunlarından biri olarak kendini göstermektedir.
Şehir ve sanayi artıklarının meydana getirdiği kirli sular da birikerek, toprağın kalitesini bozmakta, dolayısıyla, verim düşüklüğüne yok açabilmektedir. İlâve edelim ki bir ülkede bu neticeleri doğuran sektörler, sadece inşaat veya sanayi sektörleri değildir; bizatihi tarım faaliyeti de kendi içinde benzer etkiler yaratabilir. Meselâ tarım alanı elde etmek gayesiyle Amik Gölü kurutulunca, bölgenin iklim şartları değişerek yağışlar azalmış, çevre tarımında prodüktivite düşüşü görülmüştür.
Türkiye'de toprakla ilgili çevre sorunlarının bir diğeri de yanlış üretim tekniği nedeniyle ortaya çıkan erozyon sorunudur. Bu yoldan meydana gelen yıllık toprak kaybımızın yaklaşık 500 milyon ton olduğu tahmin ediliyor. Erozyona uğrayan bütün topraklarda prodüktivite belli ölçülerde azalmakta; şiddetli erozyon halinde ise, topraklar üretkenliklerini tamamıyla kaybetmektedir. Erozyona uğramış topraklar turistik değerini de yitirmektedir.
Ormanlarımızın aşırı kullanılması, flora ve faunanın çeşit ve sayıca azalması, üretkenliğin azalması sonucunu doğurmakta; hidrolojik düzendeki bozulmalar da tekrar erozyon sonucu toprak, yani üretim faktörü kaybına sebep olabilmektedir.
Nihayet, üretim faaliyetinin yarattığı çevre kirlenmesinin yine üretim üzerindeki olumsuz bir etkisi de emek faktörü vasıtasıyla oluşur. Şöyle ki, kirlenme yoluyla oluşan zararlı maddeler, insan sağlığı, dolayısıyla emek prodüktivitesi üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilir. Diğer yandan, kontrolsuz şehirleşme ve sanayileşme yalnız doğal kaynakların kirlenme ve kaybına yol açmakla kalmamakta, aynı zamanda sosyal çevrenin sessizliğini de bozmaktadır. Sürekli olarak gürültüye maruz kalınması sonucunda, iş verimliliğinin azaldığı bilinen bir gerçektir.
Çevre sorunları yalnız üretim değil, aynı zamanda tüketim faaliyetinden de kaynaklanabilir. Sanayileşme sürecinde tüketim, üretime paralel olarak onun yapısı ve karakteristiklerine benzer şekilde gelişir. Çevre bozulması açısından tüketimin birinci önemli yönü burada kendini gösterir. Şöyle ki, çağdaş ekonomik düzen "tüketim amacıyla üretim" yerine "üretim amacıyla tüketim" biçimini benimsemiştir. Başka bir deyişle, üretim, artık zorunlu ihtiyaçlar yerine, zorunlu olmayan hattâ lüks sayılabilecek ihtiyaçları tatmin gayesine yönelmiş bulunmaktadır. Bu eğilim belli bir gelişme düzeyinden sonra, kaynak israfına ve çevre kirlenmesine yol açmaktadır. Tüketim faaliyetinin çevre kirlenmesi ile ilgili olan ikinci yönü, onun, bazı türleri itibariyle "topluca" yapılan bir faaliyet olmasıdır. Öyle ki bu karakteristik, literatürde, çevre kirlenmesinin temel nedenleri arasında sayılır. Bilindiği üzere temiz hava, yeşil alan gibi çevre hizmetleri birçok kişi tarafından topluca tüketilir. Ne var ki, bu kullanımların tüketiciye düşen fiyatı belirlenemediğinden, yaratılan kirliliğin bedelini istemek de kolay olmamaktadır. Bu güçlük açıktır ki, çevre kirlenmesini sürdürücü bir rol oynayacaktır.